Errare humanum est

Errare humanum est:

Schopenhauer, Daniel Kahneman, Amos Tversky ve Başkaları…

 

‘’Sahip olduğunuz tek alet-edavat çekiçse,

bütün sorunlarınızı bir çivi gibi göreceksiniz’’

Abraham Maslow

                            

Schopenhauer, ‘’Her halükarda haklı olma sanatı’’ adlı eserinde insanların,  doğanın bir armağanı olan yargılama, hüküm verme kabiliyetini eşit bir şekilde paylaşmadıklarını velakin aklı daha eşit paylaştıklarını ileri sürer. Herhangi bir önermenin nesnel gerçekliğinin ve geçerliliğinin bu önermeyi tartışan kişilerin ve onları dinleyenlerin değerlendirmesinden tamamen farklı olduğunu söyler. Herhangi bir tartışmada objektif olarak haklı olduğumuz halde mevcut kişilerin ve bazen kendimizin gözünde haksız olabileceğimizi, öne sürdüğümüz delillerin çürütülmesiyle iddiamızın da çürütülmüş olacağını ifade eder çünkü herkesin gerçeğin ne olduğunu dürüst bir şekilde anlamaya çalışmak yerine, boş kibrini tatmin etmeyi çalıştığını iddia eder.

Perspektifler teorisi için Nobel Ödülü (Ekonomi Nobel ödülü, 2002) almış tek psikolog D. Kahneman, A.Tversky ile birlikte yaptıkları çalışmalarda, insanların akıl yürütürken yaptıkları hataları deneysel olarak gösterdiler. Bir konuda doğru uygun kararlar vermek istiyorsak, o konuyu anlamak ve hakkında güvenilir bilgilere sahip olmak önemlidir ama belki daha da önemlisi kendi objektif düşüncemizin, genel olarak insan akılcılığının sınırlarını bilmektir.  Kahneman, 550 sayfalık ‘’Sistem 1, Sistem 2, düşüncenin iki h ızı’’ adlı eserinde yaptığı çalışmaların gündelik hayata uygulanışını sunar. Aşırı özgüven veya mantık hatalarıyla, sağduyu kılığına büründüklerinden nasıl kaçınılması zor hüküm hatalarına vardığımızı gösterir.

Kahneman, gündelik hayatta en basit önemsiz kararlardan en zor hayati öneme sahip olan kararlara kadar zihinsel işleyişimizin, ilki; hızlı, sezgisel ve emosyonel ikincisi; yavaş, düşünsel ve akılcı olan iki düşünce sisteminin arasındaki diyaloğun bir meyvesi olarak değerlendirmemizi önerir. Hüküm verme sürecinde bu iki sistemin daima sürekli ve birlikte iş gördüklerini söyler. Sistem 1, esasen gündelik hayattaki kararlarımızı (her hangi bir şeyi satın alırken mesela ya da karşımızdaki kişinin mimiklerini değerlendirirken) verirken, Sistem 2, ilk sistemi gözetmekle ve alışık olmadığımız bir durum ortaya çıktığında müdahale etmekle yetinir. Sorun, bu işbirliği genellikle uygunsuz bir şekilde işler. Zannettiğimiz kadar akılcı davranmayız.

Düşüncenin hızı fikrini belki Spinoza’y a borçluyuz. Sezgisel düşünceden söz ederken onun şimşek hızında olduğunu söyler. Deleuze’un deyişiyle mutlak bir hızla mutlak hareketsizlik birbiriyle kesişir. Belki bu yüzden Sistem 1 değişime karşı dirençlidir.  Hızlı, sezgisel ve emosyonel zihinsel işleyişimiz, bir durumu, olayı, şeyi algılayışımızda ilk harekete geçendir.

Genellikle insanlar sezgilerine güvenirler hatta onlarda hiç yanılmadıklarını iddia edenler çoktur. Geçmiş yaşantılarımızın bir sentezi gibi düşünebilecek sezgiler, bazen bir hüküm verme sürecinde duruma ilişkin bütün olasılıkları hesaba katmamızın ve mümkün en iyi çözümü bulmamızın önünde engeldirler. Kahneman’in 1990’da yaptığı ilk araştırmalardan birinin sonuçları Sistem 1’in pek de objektif ve mantıklı olmayan kurallara göre işlediğini gösterir. O yıllarda koloskopi anestezi yapılmadan gerçekleştiriliyordu ve oldukça ağrılı bir tetkikti. Hastalardan işlem sırasında hissettikleri ağrıyı 1’den 10’a kadar her dakika bir değerlendirmeleri istendi. Pratisyenler, hastaların hissettikleri ağrının eğrisini eşzamanlı olarak çiziyorlardı. Koloskopi bittiğinde eğrilere bakarak hastanın çektiği ağrının miktarı hakkında bir fikir sahibi olunabiliyordu ama hastalara çektikleri ağrı sorulduğunda, ifade ettikleri öznel değerlendirmeyle, pratisyenlerin kaydettikleri nesnel değerlendirme tamamıyla farklıydı. Hastalar kendi kendileri için hissettikleri ağrıyı, ağrının en şiddetli olduğu ana ve koloskopinin sonunda hissettikleri ağrıya göre değerlendiriyorlardı. Miktar olarak daha az ve daha kısa süreli ağrı çekmiş ama işlemin sonunda daha şiddetli bir ağrıya maruz kalan hastanın ağrıya ilişkin anısı, daha uzun süreli ve miktar olarak daha çok ağrı çekmiş fakat işlemim sonunda daha az şiddetli ağrıya maruz kalmış bir hastanın ağrıya ilişkin anısından daha beterdi. ‘’Son doruk nokta’’ olarak adlandırılan bu teori, acı veren bir deneyimin hatırasının ne çekilen ağrının miktarına ne de süresine bağlı olduğunu tamamıyla deneyimin sonunda hissedilen ağrının şiddetine bağlı olduğunu ifade eder.

İşte bu son doruk noktada hissettiklerimizden dolayı çok da önemli olmayan herhangi bir kişi, olay, durum hakkında beterin beteri anılarımız olabileceği gibi çektiğimiz sancıların dayanılmaz, karşılaştığımız zorlukların tarif edilemez olmasına rağmen ‘’mutlu son’’ ile yaşadığımızdan dolayı hoş anılarımız da olabilir.  Şeyleri nasıl bellediğimiz, onlara dair belleğimizde sakladığımız ‘’son doruk nokta’’ imajları, aynı şeylere dair daha sonra yapacağımız tercihleri biçimlendirir. Kötü bitmiş bir duygusal ilişki, bizi yenilerini yaşamaktan alıkoyabilir. Sevdiğimiz bir köpeğin bizi ısırması köpek fobisine yol açabilir.

Şüphesiz karar verme ve davranma süreçlerimiz bütün sözünü ettiğimiz şeylerden daha çok öğe içerir. Bütün bunlar sadece hatanın ne kadar insana mahsus olduğunu gösterir.

 


Yorumlar - Yorum Yaz